PULBİBER dergisine röportaj yazısından 15. 05. 2016
70’li yıllarda en büyük derdimiz müzikteki sansür’dü. TRT’nin denetim kurulu.
TRT’de “Müzik Dairesi” diye bir daire vardı.
Daire, devlet bürokrasisinde yüksek bir makamdır.
Müzik için daire kurmak nedir ya? Resim dairesi, müzik dairesi, şiir dairesi, böyle şey olur mu? Ama oldu.
O zamanlar devlet kademesinde bu işi yönlendiren iki grup vardı. Birinci grup klasik müzikçilerdi. Atatürk’ün kararıyla çok sesli müziğe geçilsin diye alaturkayı yasaklayan bir dönemden geçilmişti. Modern müziği terk edip armonik müziğe geçmek batılılaşmanın bir ölçüsü gibi sunuldu. Olur mu böyle bir şey? Olmuş işte. Gene de bu süreçte çok önemli besteciler yetişmiş, onların değerlerini inkar edemeyiz. İkinci grupta ise devlete akredite olmuş halk müziği uzmanları vardı. Sözlü olarak kuşaktan kuşağa geçen türkülerin derlenmesi ve resmi bir repertuar oluşturmak için uzmanlar Anadolu’yu tarayıp derlemeler yaptılar. Muzaffer Sarısözen bu çalışmalar sonunda “Yurttan Sesler Korosu”nu oluşturan en önemli isim.
Ama bir terslik vardı bu işte. Yurttan Sesler’de her şey sadece bağlamayla çalınıyor! Anadolu’nun dört köşesinde çok farklı kültürler ve bunları her birinin farklı müzikleri var. Farklı makamlar, ritmler, enstrümanlarla farklı aksanlarda hatta farklı dillerde okunan geleneksel türküler… Oysa derlenen müziklerin kökeni ve dili ne olursa olsun, hepsi dek dile ve tek tavra indirgeniyor. Kürtçe, Ermenice, Rumca, Lazca filan olmayacak, çünkü tek millet, tek devlet, tek dil, tek kültür. Dayatılan mantık bu. İşte bizim karşımıza çıkan bu iki gruptu ve devlet içerisinde, bu konularda söz edebilecek olanların hepsi buralardaydı.
Bizim kuşağımız ise onlara çok ters düşen bir kuşaktı. Onlara göre biz “Daha dün gitarı eline alıp ortaya çıkan veletler”dik. Bu veletler arasnda en kızdıklarından biriydi Barış Manço. (Sonra TRT’nin sevgilisi oldu) Önümüze gerilen duvar ise “Denetim Kurulu”idi, tam bir sansür kurulu. Buna karşı çıkmakla başladık işe…
Denetimin ilk hedefi, bizden çok, büyük kitlelerin ihtiyacından doğan yeni bir tür “Arabesk” idi. Kendini halkımızın kulak eğitiminden sorumlu hisseden TRT Müzik Dairesi Arabesk’i tümden yasaklamıştı. Yasaklandı da ne oldu? Şimdi Orhan Gencebay son derece saygı duyulan biri. Arabeskin müzik normlarına karşı çıkıyordu onlar. Oradaki teslim oluş, kadere boyun eğiş benim de hoşuma gitmez. Ama bu bir sosyal gerçeklik. Karşı çıkmanın ne anlamı var? Müziğin normları, ritimleri, modları, renkleri bir müzisyenin elindeki olanaklardır. Bir ressam için renkler, tuval, fırçalar, boyalar neyse bizim için de odur. “Şu renk yasaktır, bu fırçayı bir daha kullanmayacaksın” denebilir mi, böyle saçma şey olur mu ya?
Nazım Hikmet serbest vezin yazıyor ama Kurtuluş Savaşı Destanı’ndaki bazı dizeler tam bir aruz vezni. “Erzurum’da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar…” Buyurun: Failatü failatü failatü feulün. Aruz vezni , hece vezni, serbest vezin. Bunları hepsini kullanabilirsin. “Serbest vezin en doğrusudur, aruz yasaktır, hece yasak” denilebilir mi, olmaz böyle şey.
Denetim ile boğuşmak, bizim yarı ömrümüzü yedi desem, inanın abartma olmaz. Bugünkü POP-SAV’ın bir kuşak önceki selefi Hafif Müzik Derneği böyle oluştu. Türkiye’deki ilk yarışma “Toplu İğne” de, adım adım buy mücadelenin ürünü.
Yıl….
Attila’yı sadece müzisyenliğiyle anmak, onun sosyal eylemci yönünü unutmak olur, ona ayıp olur en azından. Dört bakanın çocuklarının karıştığı iddia edilen yolsuzluk olaylarıyla ilgili, zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasındaki telefon konuşması medyaya yansıdığında Erdoğan bu bandın montaj olduğunu iddia etmişti. Benim bile hemen anladığım gerçek, bunun montaj filan olmadığı, bu işi bilenler için çok net. Ama Ati üşenmedi, ABD’deki çok saygın kurumlara yolladı, raporlar aldı ve bunu TV programlarında açıkladı. Sonuç: Ati tutuklanmadı, dava da açılmadı (Açılsa daha beter rezil olacaklar) ama onun gelir kaynaklarını kısıtlamak için yoğun bir çalışma başlatıldı. Devlet Tiyatrosunda 5 yıldır kapalı gişe oynayan “Fosforlu Cevriye” oyunu kaldırıldı. (Bu oyunun müziklerinde telif hakkı geliri vardı.)
Ati ile “yeniden başlamak” fikri de bu ortamda doğdu. Tekrar birlikte çalışmak ve üretmek üzere ŞAT-2 ‘yi ilan ettik. İlk çalışma olarak da TAŞ ”Topluma Adanmış Şarkılar” çalışmasıyla başladık. “Her ay yeni bir şarkıyı topluma armağan etmek” diye özetleyebiliriz. Herkes bu şarkıyı, hiçbir bedel ödemeksizin kullanabilecek. (Reklam hariç). Sonra bu iş bir TV programına da bağlandı. CNN’de yayınlanan “Burada Laf Çok” programında, ayda bir bu şarkıyı söyleyen yetenekler yarışacak ve birinciler ödüllendirilecekti. İlk programa Sezen ve Melike katıldı, çok güzel bir başlangıç oldu. Ama hemen sonrasında Ati, “Akciğer Kanseri” teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Kemoterapi, Radyoterapi… İkinci programa zar zor katıldı, ama keman çalamadı parmakları. Üçüncüye ise katılamadı, ŞAT-2 askıda kaldı. Başarabilirsem, yarım kalan bu işi –ve onun anısını- tek başıma sürdürmeye çalışacağım.
Tatlı bitirelim. Almanya’da, sürgünde olduğum yıllarda, mesleğimden kopmamak için, teknolojik gelişmeleri kaçırmamaya özen gösteriyordum. Frankfurt’taki müzik fuarı ise kaçırmamak gereken en önemli buluşmaydı. Bir seferinde, bir firmanın reyonunu gezerken milliyetimi sordular. “Türküm” dedim. “Aa, bizim İstanbul’da bir müşterimiz var” dediler. “Attila Özdemiroğlu mu?” dedim, “Nerden bildiniz?” diye şaştılar. Ben hiç şaşmadım. Teknolojiyi en yakından izleyen başka kim olabilirdi ki?
Bir sonraki yıl fuara, artık genç bir adam olan ve müzik yapmaya hevesli oğlum Arda (Arda Kardeş) ile birlikte gittik. Ona bu olayı anlattım ve “Artık her an, her koridorda Attila aniden karşıma çıkacakmış gibi heyecanlanıyorum” dedim. Dememe kalmadı, bu hayal gerçek oldu, Ati ile burun buruna geldik. Tabii ne fuar kaldı, ne müzik… Hasret her şeyi yendi.
Ati’yi Anıyorum- 2
MÜZİKTE SANSÜR
27