DE
Toplu İğne Beste yarışması da gene o dönemin bir ilk’iydi.
Siyah-beyaz TV ekranından San Remo yarışmasını seyrediyorduk ve “Yahu niye biz yapmıyoruz böyle şeyler?” diye çatlıyorduk. TRT’nin yeni genel müdürü İsmail Cem’le anlaşarak boykotu bitirirken bir de olanak açılmıştı önümüzde. İşte fırsat, hadi buyrun, yapın kendi San Remo’nuzu.
Heyecanla kollar sıvandı. İyi de sorun bir değil, iki değil. San Remo’da solistlere büyük bir canlı orkestra eşlik ediyor. Bizde ise, vaz geçtik öyle bir orkestra kurabilmek için gerekli maddi olanaklardan, böyle bir canlı kaydı yapabilecek teknik donanım ve bilgi, deneyim vs. hiç biri yok. Tamam, madem öyle, biz de müzikleri önceden kaydederiz, solistler play-back üstüne söyler. Olur mu, olur. Ama şarkıların stüdyo kayıtlarını yapabilmek de az masraf değil. Ne yapacağız?
Şarkı ve şarkıcılar tabii ki bir ön eleme sonunda belirlendi. Belirlenenleri, bu çalışmaya katılan firmalarla eşleştirdik. 1 Numara (Ali Kocatepe) bazı şarkıları üstlendi, Diskotür ve Grünberg bazı şarkıları, böylece stüdyo kayıtları tamamlanabildi. Ama bir noktayı da mutlaka söylemeliyim.
Hesaba pek katmadığımız bir şey, Ajda Pekkan gibi, Füsun Önal, Neşe Karaböcek gibi tanınmış şarkıcıların böyle bir yarışmaya katılarak kaybetme tehlikesini göze almayacakları idi. Gene de katılan genç kuşak solistlerin bir ağırlığı vardı ve yetti.
Bir diğer önemli soru şuydu: Jüri kim olacak?
Bu konuda da amacımıza uygun bir yöntem bulduk.
Yarışmadan bir önceki hafta sonu, İstanbul’un 5 meydanına (Eminönü, Taksim, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar) sandıklar kuruldu. Final yarışmasında hem izleyici hem de jüri olmak isteyenler bu sandıklara adlarını ve ulaşım bilgilerini taşıyan formlar attılar. Noter huzuruna açılan sandıklardan salondaki koltuk sayısı kadarı gelişigüzel seçildi. Bu kişiler, Maçka Teknik Üniversitesi salonunda yapılan finalde hem koltukları doldurdu, hem de oy vererek sonucu belirlediler.
Ve büyük bir sürpriz de çıktı: Esmeray!
Dönemin en parlak ismi ve yarışmanın da favorisi Nilüfer idi. Ama adı sanı duyulmamış bir biri, buğulu sesi ve yumuşacık görüntüsüyle Esmeray, çok basit bir şarkı ile yarışmanın galibi oldu: Unutama Beni…
Sevgili Esmeray,
Gencecik yaşta çekip gittin, unutamadık seni…
*****
Bazı işler vardır, başlangıçta çok zorlanır, çok yorulursunuz.
Ama bir kez başarıp o alanda kendinize bir yer açtınız mı, ardından her şey çorap söküğü gibi gider. Şan, şöhret, yeni işler, para, pul; siz kovsanız o gelip sizi bulur.
Bizi yaptığımız iş ise hiç de öyle değildi.
Tam tersine, başardıkça bizden beklenenler de büyüyor, bu da bizi kadro ve teknik olanakları durmadan genişletmeye zorluyor ama bunları karşılayacak kaynak büyümüyordu bir türlü. (Bu, 80’li yıllardaki patlama ile gerçekleşti. Yani 70’li yıllarım gençleri yetişkin olduktan, elleri ekmek tuttuktan sonra. Özetle, 70’li yılların tarlasına ekilen tohumlar 80’lerin ortalarına doğru verdi tohumlarını… diyebiliriz)
Kimseyi bulaştırmadan kendimden vereyim örneği.
O kadar çalışıp didinip ŞAT YAPIM fabrikasını istim üstünde tutmaya uğraşırken, bir yandan da “Sansür”gibi, “Telif Hakları” gibi bu mesleğin genel sorunları için zaman ve emek harcarken, bizim mali durumumuz hiç de bu şan ve şöhrete paralel değildi. O zamanki eşim Melike Demirağ, İzmir fuarında bir gecede, benim 3 ayda kazanabildiğim parayı kazanıyordu ve evimizin bacasını tüttüren de daha çok bu gelirdi.
Hızlı koşan çabuk yorulur. Bize de öyle oldu.
Ama son darbe bizim yorgunluğumuzdan değil, gene meslek sorunlarımızdan geldi:
TELİF HAKLARI, yıl -yanılmıyorsam- 1977.
FLASHBACK: 70’lerin başında, müzik emekçilerinin sendikal hakları için uğraşan, Ankara ve İstanbul Radyolarında örgütlenmiş 2 ayrı sendika vardı. (Neden sadece radyolarda? Çünkü radyolarda muhatabın Devlet. Gazinolarda gangsterlerden hak aramak söz konusu değil, orada silahlar konuşuyor, Devlet vermezken bize mi kaldı? deniyor) Sonra Ankara’daki sendika İstanbul’a bir baskın yaparak onu yok etmişti. Ati ile ben, mağlup taraftaydık. Hatta galip gelen sendika, bizi İstanbul radyosundaki sendikanın duyuru tahtasına bir duyuru yazdığımız için sıkıyönetime şikayet etmiş ve “sıkıyönetim yasasına muhalefet” suçundan ilk kez Ağız ceza (Ay, ne korkutucu isiiim) karşısına o zaman çıkmıştım.
… ve radyolardaki sendikalı müzisyenler için toplu iş sözleşmesi pazarlığı zamanı gelmişti.
Gelmişti ama, bu masada sendikanın “rica etmek”ten başka hiçbir silahı yoktu ki.
1971 yarı askeri rejimi döneminde devlet kurumlarında çalışanların grev hakkı ellerinden alınmıştı.
Derken kimin aklına gelmişse gelmiş, “Eee, biz de şarkıların telif hakkından tuttururuz. Türk Müziği repertuarındaki şarkıların nerdeyse büyük çoğunluğunun besteci, güftecisi bizim üyemiz, ya da ölmüş üyelerimizin eşleri, onlar da arkadaşımız. Parçaların yayınını yasaklarsak, bize de icra edecek bir şey kalmaz.”
Doğru mu, doğru.
Peki diğer müzik türleri?
Halk müziğine bir şey yapamayız, repertuarın nerdeyse tamamı anonim, kamu malı.
Klasik batı müziğinde de benzer bir durum.
Geriye ne kalıyor? Hafif müzikçiler.” Onları yanımıza almalıyız.”
Bunun için tabii Unkapanı’na değil, bize geldiler.
**********
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
ŞAT YAPIM içinde hararetli tartışmalar yaşadık.
Birkaç yıl önce kaybettiğimiz kardeşim Onur’un ve Hurşit’in(Yenigün), şiddetle karşı çıktıklarını hatırlıyorum. Gerekçeleri yerden göğe kadar haklıydı:
- Biliyoruz ki, sendikanın derdi telif hakları filan değil. Maaşlara istedikleri zammı aldıkları anda bu işi bırakırlar, olan bize olur.
Farklı düşünenler Ati ile bendim:
- Evet, doğru. Ama bir de şu açıdan bakalım. Telif hakları boykotunun başarısı için, tüm branşların bir arada katılması gerek. Bunu biz başlatsak, Alaturkacılar katılmazdı, haklı gerekçeleri de hazırdı, radyolarla sözleşmeleri var, kimi de devlet memuru. Ama bu kez onlar başlattı. Biz de katılırsak, sorunları doğru temelden çözebilmek için tarihi bir fırsat olur.
Girdik boykota.
*****
Gene bir başka önemli delik vardı TRT yayınlarında, tıkanması gereken: Yabancı repertuar. Ne demek yani? Yayınlarda çalınan yabancı şarkılar ve klasik müzik. Onların besteci, söz yazarı vs. haklarından tutturmamız çok zor ve uzun iş, ama bir de “Yan haklar” var. Ne demek? Tüm bu yapıtlar, plaklardan çalınıyor, öyle olunca, plak yapımcıları üstünden de gidebiliriz.
Şat Yapım bir müzik yapımcısı ya, hemen plak yapımcılarının uluslararası üst örgütü olan IFPI’ye üye olduk. Meğer tam o esnada onların da kongresi varmış, Paris’te. Aman, bu fırsat kaçırılır mı, orda bir taşla kim bilir kaç kuş vururuz? Yabancı repertuarın yolunu da kestik mi boykot başarı ile sonuçlanır, telif hakkı ödemelerini TRT (Devlet) kabul edince arkası çorap söküğü gibi gelir.
İyi de, her şey parayla. Kalınacak otel seçenekleri, toplantılara katılım, yemekler, falan filan.
Müzik endüstrisinin kralları için çerez parası olan bu miktarlar, bizim için ciddi bir toplam. Üstüne bir de yolculuk.
Bizim heyetimiz dört kişi: Ben ve Ati –30’larında iki adam-, eşlerimiz Melike ve Lale –20’lerinde iki kadın- O zaman için en ucuz seçenek otomobille gitmek. Vizeleri hallettik, Melike’nin beyaz Golf’üne binip yola çıktık. Yıl 1977, hangi ay, ne bileyim ben?
Bulgaristan, Yugoslavya, Venedik -tabii az bir gondollama– velakin Verona’nın oralarda karter delinmez mi? (Süratten sarhoş olan Şanar bu kadar gazlarsa karter ne yapsın?)
Arabayı bir tamirhaneye bıraktık, Paris’e zamanında bizi ulaştıracak en ekonomik seçenek: Tren. Ati başarılı bir haberle döndü istasyondan: O akşamki SİMPLON EXPRESİ.
Waaay! Bu isim, bize çok güzel ve konforlu bir macerayı müjdelemişti. Ama gerçek?
Kıytırık bir 2. mevki vagonunda olmamız yetmediği gibi, kompartımanlar da dolu, kaldık mı koridorda ve bavullarımızın üstünde? Allahtan bir süre sonra bir kompartımanda azıcık yer açıldı, önce kızları yolladık, sonra da biz. Paris’e sefil bir halde vardık. Kalacağımız otel, Şanzelize’de 5. George oteli, adı gibi haşmetli. Oraya, gayet pasaklı, ellerinde poşetlerle filan giren iki çift, aklandı, pakland, Beymen’lerini, Vakko’larını giydikten sonra Sindarella’nın düğününe katılan asiller gibi girdi IFPI kongresi salonuna…. ve ne gördü?
Amanııın, yaş ortalaması 50 filan. (Ama otomobil ortalaması ise aynı: Limuzin)…
“Biz nerdeyiz, ne işimiz var burda?” diyoruz da, herhalde diğerleri de aynı soruyu tersten soruyor: “Kim bunlar, ne işleri var burda?”
Derdimizi anlattık, dikkatle dinlediler, çok mutlu oldular, “Tabii, hemen” filan dediler, biz de bir zafer elde ettiğimiz umuduyla döndük İstanbul’a.
Ama beklenen “Biz de kendi repertuarımızı yasaklıyoruz” haberi bir türlü gelmedi.
Meğer, IFPI’ın bizden çooook önceden beri üyesi olan Türkiye’deki kuruma sormuşlar, o da “İyidir, hoştur bu gençler, ama fazla heyecanlılar. Biz devletle böyle bir dalaşmaya girmeyi doğru bulmuyoruz” yanıtını vermiş.
**************
Korktuğumuz gibi oldu.
Sendika, bu koz sayesinde TRT’de ile anlaşınca telif hakları,makları kalmadı, boykot bitti.
Biz kullanıldığımızla kaldık. Gerçi Ati, Petrolyıllar sonra MESAM’ın kuruluşundaki rolü ile bunun intikamını aldı ama ŞAT Yapım, bu boykotun getirdiği maddi yıkıma dayanamadı.
Batacağımızı anlayınca bu ortak macerayı gene dostça bitirdik, ŞAT bitti.
**************
Üst kattaki ofis ve stüdyoyu, müziğe devam etmek üzere Ati devraldı, alt kattaki ofisi de ben.
Alt katın kirasını Timur Selçuk ile paylaştık. O derslerini orada veriyordu, ben de yeni oluşturduğum DEMAR Democratic Artist Community (Toplumcu Sanatçılar Topluluğu) ofisi olarak kullanıyordum.
Konuyu dağıtmamayım, geleyim Ati ile “Öküz öldükten sonra”ki ortaklığımıza.
Yıl 1979. TRT Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Ajda Pekkan’ın temsil etmesine karar vermiş, ama hangi şarkıyla?
5 besteciye de Ajda’lık şarkı üretmelerini sipariş etmiş. Bu 5 besteciden biri de Attila. Aticiğim tabii ki çok iyi bir besteci ve aranjör, ama söz yazmak için benden yardım istedi. Etmez miyim? Hemen -zaten alışık olduğumuz- yapım konseyini oluşturduk. Nasıl bir şarkı, ne anlatacak, nasıl bir görüntü, nasıl kostümler, falan filan…
Ortaya “Pet’r Oil” çıktı.
Az önce yaşanan petrol krizinin anıları daha çok sıcaktı.
Bir depo benzin için kilometrelerce kuyruk, ofislerinde palto ile oturan bakanlar… vs…
Şarkı basit bir hicivden ibaretti.
Ajda, adı Peter, soyadı Oil olan birine aşık olmuş, yani Pet’r Oil. O gelmeden dünyası kapkaranlıkmış, soğukmuş, o gelince aydınlanmış, ısınmış, filan falan… Ne var bu sözlerde?
Hala öğrenebilmiş değiliz. Ama sözlerin değiştirilmesi için Ati’ye bir baskı başladı ki bildiğiniz gibi değil.
Gazeteciler, haklı olarak tepemizdeydi. Ati bana şöyle dedi: “Lütfen hemen kavgaya dalma, şarkının yolunu kesme”. Tamam, sorumlu o, ben ona sadece yardımcı oldum. Sonuç alınana kadar engel olacak bir iş yapmamalıyım.
En sonunda TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu devreye girdi. Ati ile yüz yüze görüştü, sözleri değiştirmediği taktirde TRT Yönetim Kurulundaki ağırlığını kullanarak parçayı diskalifiye ettireceğini söyledi. Ama Ati çok masum bir soruyla dayattı: “Neden? Makul bir nedeni varsa değiştireyim”. Yoktu, o da değiştirmedi. Finalde şarkı oy çokluğu ile kazandı.
Ve ben de, ödül verilme sıram geldiğinde, Ati’ye verdiğim sözü tutmuş olmanın gönül rahatlığı içinde ödülü reddettim, çıktım gittim.
TRT’de uzun süre bir daha canlı yayın yapılmamış bu nedenle.
Sizce kabahat bende mi, TRT’de mi?
*****
Haydi bu bölümü de böyle kapatayım.
Zaten ben kapatmasam 12 Eylül kapatacak az sonra…