12 Eylül 1980. Berlin’de sevgili Vasıf Öngören’in evinde aldım beklenen kara haberi. Ordu yönetime el koymuş, kardeş kavgasını önlemek, devletin yok olan otoritesini tekrar tesis, mesis…
Neden “Beklenen”?
Nerden biliyorduk böyle olacağını?
24 Ocak kararlarından.
1980 yılı başlarında yaşanan ekonomik krizin faturasını -sanki krizi yaratan onlarmış gibi- çalışan insanlardan çıkaran bir dizi karardı bunlar. (Daha sonra Demirel ile Özel paylaşamadılar bu marifetin sahipliğini) O dönemdeki güçlü sendikalar var oldukça uygulanması da imkansızdı. Enflasyon almış başını gitmeyi sürdürürken ücretler dondurulacak?!.. Bir dizi grev sonunda genel greve dönüşür ve uygulanması imkansız hale gelirdi bu kararların. Tek çare darbe yapmak ve emek hareketini dağıtmak.
Ama bu işe bir bahane üretmek gerek?
Bahane hazır: Sağ-sol kavgası. İki kutuptaki örgütler, yumruk ve sopadan kurşuna terfi etmiş, takır takır birbirini vuruyor.
İyi de başka bir şey daha var sahnede. Çoluk çocuğun yapması imkansız profesyonel cinayetler.
Bir sağdan (Hamido), bir soldan (Kemal Türkler), sonra ortadan (Abdi İpekçi).
Yetmez, otobüs durağında bekleyen yolcuların makineli ile taranması… ki hiçbiri aydınlatılamadı. Sonunda herkes her an korku ve kuşku içinde, Acaba çocuğum okuldan, eşim pazardan eve sağ salim dönebilecek mi? Nasıl düzelecek bu iş, kim kurtaracak vatanı?
12 Eylül sabahı, bu ortamın körükleyicisi -en sonunda her şeyin kıvama geldiğini düşünmüş olmalı- vatanı kurtarmak üzere sahneye çıktı ve alkışlarla karşılandı. General Evren ve 4 arkadaşı meclisteki locaya kuruldular ve devletin bütün kesimleri -ne yazık ki yargı dahil- önlerinde eğildi.
Melike ile düşünüp kararımızı çoktan vermiş ve pasaportlarımızı uzatmış, hazırlanmıştık.
Yurtta kalıp hiç sesimizi çıkartmadan oturursak bize sıra gelmeyebilirdi, sol kimliklerimiz biliniyordu ama hiçbir siyasi parti veya grubun parçası değildik. Ama 1971 cuntası zamanında bu acıyı bir kez yaşamıştım, bir daha yaşamayı düşünmüyordum. Yurt dışında, Yunanlı meslektaşlarımızın Albaylar Cuntası (1967 – 1974) sırasında Avrupa oluşturdukları başarılı direnişi neden biz de denemeyelim.?
Evet onların kültürel alanda destek aldıkları bir altyapıları vardı. Melina Mercouri (Film sanatçısı, sonra Kültür Bakanı da oldu), ünlü yönetmen Jules Dassin ile evli ve film endüstrisinin içinde. Onların gayreti ile hapisten kurtarılan ünlü besteci Mikis Theodorakis, gene film endüstrisinde kendine yer edinmeye başlayan Costa Gavras’la yan yana gelince ortaya çıkan “Z” ÖLÜMSÜZ filmi, Yunanistan’daki gerçeğin dünyaya ulaştırılması için paha biçilmez bir ürün vermişti. Gerçi bizim de Yılmaz Güney’imiz vardı, ama o da hapisteydi o zaman.
Gene de, ikinci Türkiye, 2,5 milyon insanımızla Avrupa’daydı, büyük yoğunlukla da Almanya’da. Oradaki politik parçalanmayı bildiğimden, kimselere muhtaç olmayalım diye, Melike için bir konser turnesi düzenlemek amacıyla 39. doğum günümde çıkmıştım Türkiye’den.
Herşey -ne yazık ki- tahmin ettiğimiz gibi gelişti. 10 gün sonra sınırlar açıldığında, Melike, bir yaşındaki kızımız Zeynep’i de kaptığı gibi. Almanya’ya geldi. 12 yıl sürecek gönüllü sürgün maceramız böyle başladı işte.
Bu dönemi uzun uzun anlatmayacağım, çünkü müzikten çok demokrasi mücadelesi öyküsü ve konumuz bu değil. Gerçi hayatımızı gene müzikle kazandık. Melike için hazırladığımız ufak bir orkestra ile konserler, benim WDR Radyosu’nun Folk Müziği Bölümü için hazırladığım Türk, Kürt, Yunan, Ermeni müziklerini ve sanatçılarını yanyana getiren konserler…
Müzikle ilgili birkaç anekdotla yetineyim.
Türkiye’deyken de elektroniğin müziğe açtığı yeni çığrı yakından takip etmeye uğraşıyorduk. Tabii bu konuda önde oluşumuzu hem müziği hem elektroniği çok iyi bilen Ati’ye (Özdemiroğlu) borçluyduk. İlk 4 kanal makine ve mikseri getirip uygulamış, MOOG denen ilk sentezci aleti hemen kullanmaya başlamıştık.
Yurt dışında sudan çıkmış balığa döndüğümde -ne stüdyo, ne müzisyenler, nasıl müzik yapacağım ki. Artık herşey parayla, o da bizde yok- hiç değilse gelişmelerden uzak kalmamak için büyük müzik dükkanlarına gidip “Acaba synthisizer (sintisayzır) denen bu şeytani alet başımıza neler getirecek” sorusunun yanıtını izlemeye uğraşırken bir gün ne göreyim?
Tıfıl bir oğlan, klavyenin başına geçmiş, karşısında da bir bilgisayar ekranı, piyano çalar gibi tuşlara vuruyor. Ama hoparlörden davul sesleri çıkıyor! Bu da ne Allahaşkına? Bu sırrı hemen çözmeliyim.
Böyle tanıştım MIDI adı verilen -elektronik müzik aletlerinin birbirleriyle haberleşmesine imkan sağlayan- arayüz’le ve bu sayede bilgisayar üzerinden kontrol sağlayan “sequencer” programları ile. Yemedim, içmedim, bir Commodore 64 bilgisayar ve bir iki de sampler (Seslerin chip’lere yüklendiği) alet (Hardware) edindim. Sonuç inanılmaz. Nerdeyse bütün bir büyük orkestra artık odamda, elimin altındaydı.
ANATOLIA adlı 28 dakikalık, senfoni orkestrasının saza eşlik ettiği çalışmayı bu şekilde hazırlayabildim. (Pop müzik tadında bir Saz Konçertosu gibi düşünebilirsiniz). Tabii ki Almanya’da bir saz virtüözü Orhan Temur’u ve Köln Konservatuarından yetişen şef Betin Güneş’i tanımış olmasaydım, böyle bir işe cesaret bile edemezdim. Ama bu çalışmayı bir maket haline getirip canlı icraat için gerekli finansmanı Köln ve Düsseldorf Kültür bölümlerinden sağlayabilmem de bu sayede oldu işte. Kafamdaki müzik böylece herkesin dinleyebileceği bir makete dönüştü.
Şimdi bana bile mucize gibi geliyor. Bu işleri yaptığım Commodore 64 adlı bilgisyarın RAM’i, adı üstünde sadece 64 KB. Şu anda cebimdeki akıllı telefonun RAM’i ise 4 GB. Bu ne demek? Commodore 64’ün çalışma alanının tam 62.500 katını şu anda cebimde taşıyorum.
Neyse, teknikle çok fazla başınızı ağrıtmadan konuya döneyim.
Almanya’da, sürgünde olduğum yıllarda, mesleğimden kopmamak için, teknolojik gelişmeleri kaçırmamaya özen gösteriyordum. Frankfurt’taki müzik fuarı ise kaçırmamak gereken en önemli buluşmaydı. Bir seferinde, bir firmanın reyonunu gezerken milliyetimi sordular. “Türküm” dedim. “Aa, bizim İstanbul’da bir müşterimiz var” dediler. “Attila Özdemiroğlu mu?” dedim, “Nerden bildiniz?” diye şaştılar. Ben hiç şaşmadım. Teknolojiyi en yakından izleyen başka kim olabilirdi ki?
Bir sonraki yıl fuara, artık genç bir adam olan ve müzik yapmaya hevesli oğlum Arda (Arda Kardeş) ile birlikte gittik. Ona bu olayı anlattım ve “Artık her an, her koridorda Attila aniden karşıma çıkacakmış gibi heyecanlanıyorum” dedim. Dememe kalmadı, bu hayal gerçek oldu, Ati ile burun buruna geldik. Tabii ne fuar kaldı, ne müzik… Hasret her şeyi yendi.
***** TÜRKÜLERİMİZ KARDEŞTİR *****
Müzik üretimi olarak bu dönemde yaptığımız çalışmalardan en önemlisi Şivan ve Gülistan’la birlikte düzenlediğimiz TÜRKÜLERİMİZ KARDEŞTİR / SİTRANEN ME DOSTİN / OUR SONGS ARE SISTERS / UNSERE LIEDER SIND GESCHWISTER adlı çalışmaydı.
Melike Kürtçe, Şivan ve Gülistan Türkçe de söylüyordu. Her iki dilde de var olan türküleri birlikte söylüyorlardı ve Kürt müziğinin asimile edildiğini de açıkça anlatarak. Yüzyıllarca yanyana, içiçe yaşamış halkların kültürlerinin de birbirinden etkilenmesi hem doğal, hem de güzel. Kötü olan, birinin diğerini yok etmeye çalışması.
Bu konser dizisiyle nerdeyse tüm Avrupa’yı dolaştıktan başka, taa Avustralya’ya kadar gittik.
Melike ve Şivan, her konserin sonunda aynı şeyi söylerdi:
Birgün, bu konseri Diyarbakır’da tekrarlayacağız.
Ne yazık ki bu söz tutulamadı.
Gerçi Şivan böyle bir konseri İbrahim Tatlıses ile yaptı ve tabii ki çok iyi bir işti.
Ama kendi geçmişinden bizimle yaptığı çalışmayı silip attı.
Telefonda bile ona ulaşamadım.
Sitesinde, bu çalışma hakkında tek kelime yok, benim orkestrasyonunu yaptığım, ona koca bir orkestranın eşlik ettiği kaset de yok. Sovyetler Birliği tarihinden Troçki’nin silindiği gibi, onun tarihinden de ben ve Melike ve iki halkın kardeşliği için yapılan bu çalışma, toptan silinmişiz.
Mümkün mü, tabii ki değil.
Devekuşu başını kuma sokunca tehlikeyi görmeyebilir, ama ondan kurtulamaz.
******
1991’in son günlerinde Türkiye’ye dönebildik.
Ondan sonrasını başka bir zaman ve zeminde paylaşırız.
Buyrun size, daha sonraki yaşamımdan bir iki kare, yorumsuz:
***** ve gelelim günümüze *****
Attila artık yok. Bundan sonrasını tek başıma sürdürmek zorundayım. Zor.
Attila’yı sadece müzisyenliğiyle anmak, onun sosyal eylemci yönünü unutmak, ona ayıp olur en azından. Dört bakanın çocuklarının karıştığı iddia edilen yolsuzluk olaylarıyla ilgili, zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasındaki telefon konuşması medyaya yansıdığında Erdoğan bu bandın montaj olduğunu iddia etmişti. Benim bile hemen anladığım gerçek, bunun montaj filan olmadığı, bu işi bilenler için çok net. Ama Ati üşenmedi, ABD’deki çok saygın kurumlara yolladı, raporlar aldı ve bunu TV programlarında açıkladı. Sonuç: Ati tutuklanmadı, dava da açılmadı (Açılsa daha beter rezil olacaklar) ama onun gelir kaynaklarını kısıtlamak için yoğun bir çalışma başlatıldı. Devlet Tiyatrosunda 5 yıldır kapalı gişe oynayan “Fosforlu Cevriye” oyunu kaldırıldı. (Bu oyunun müziklerinde telif hakkı geliri vardı.)
Ati ile “yeniden başlamak” fikri de bu ortamda doğdu. Tekrar birlikte çalışmak ve üretmek üzere ŞAT-2 ‘yi ilan ettik. İlk çalışma olarak da TAŞ ”Topluma Adanmış Şarkılar” çalışmasıyla başladık. “Her ay yeni bir şarkıyı topluma armağan etmek” diye özetleyebiliriz. Herkes bu şarkıyı, hiçbir bedel ödemeksizin kullanabilecek. (Reklam hariç). Sonra bu iş bir TV programına da bağlandı. CNN’de yayınlanan “Burada Laf Çok” programında, ayda bir bu şarkıyı söyleyen yetenekler yarışacak ve birinciler ödüllendirilecekti. İlk programa Sezen ve Melike katıldı, çok güzel bir başlangıç oldu. Ama hemen sonrasında Ati, “Akciğer Kanseri” teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Kemoterapi, Radyoterapi… İkinci programa zar zor katıldı, ama keman çalamadı parmakları. Üçüncüye ise katılamadı, ŞAT-2 askıda kaldı.
Şimdi takvime baktım, 8 Aralık 2018.
Sadece 12 gün sonra, 20 Aralık’ta, müziğe başlamamın 60. yıldönümü olacak.
20 Aralık 1958 günü ilk olarak Galatasaray Lisesi’nde Kuyrukluyıldızlar topluluğuyla sahneye çıkmışım..
60 yıl dediğin, 60 saniye bile değil.
Nice mutlu 60 saniyelere…
Şanar Yurdatapan, 8 Aralık 2018
Müzikle dolu 60 yıl- 6
1958 – 2018
25