Sevgili Baha Boduroğlu benden POPSAV ve POP MÜZİK hakkında bir yazı istediğinde çok mutlu oldum. Yaşımın (76) verdiği avantajla bu müzik türünün 1960’lı yıllarda yaşadığı büyük sıçramadan bu yana geçirdiği tüm evrelerin ya içinde oldum, ya da tanığı.
Ama POPSAV’ın kuruluşunda olamadım ne yazık ki. Yurt dışında gönüllü ve zorunlu sürgündeydim 1980 – 1992 arasında. Yoksa hiç şüpheniz olmasın, kurucular listesindeki arkadaşların arasında olmak onurundan mahrum kalmazdım. Ama sağ olsun, POPSAV beni ”35 Yıl 35 Besteci” arasına alarak ödüllendirdi. Kütüphanemin baş köşesinde oturuyor.
Bu alandaki çalışmalara ilk katılışım, 1972 yılında Ankara’dan İstanbul’a geldiğim günlere rastlar. Şerif ağabeyin (Yüzbaşıoğlu) davetiyle, Attila Özdemiroğlu ile birlikte Türkiye Müzisyenler Sendikasına kaydolmuş, gene onun önerisiyle yönetime de girmiştim. O dönemde ayrı örgütlenmeler olmadığından, iki müzisyen sendikası, üyelerinin sadece ekonomik haklarını değil, aynı zamanda mesleğin sorunlarını da üstlenmek durumundaydı. Yapabiliyor muydu peki? Pek söylenemez. Zaten sıkıyönetimin cenderesi altındaydı. Ankara’daki sendika ani bir baskınla İstanbul’dakinin üyelerinin çoğunu elinden alınca bu çekişmeden nasibimi –yıllar sonra, 90’larda ve sonrasında iyiden iyiye yüzgöz olacağım- “Ağır Ceza Mahkemesi” ile tanışarak aldım ben de. İstanbul Radyosundaki sendikanın haber panosuna iğnelenen, üyelere bilgi veren bir metnin Sıkıyönetimden izin almamış olduğunu ihbar etmişti diğer sendika. Davadan bir şey çıkmadı, ama aynı mesleğe mensup kişilerin, bir sendika çekişmesinde galip gelebilmek için arkadaşlarını ateşe atmaktan çekinmemelerine de ilk kez tanık olmuştum, üzülmüştüm tabii, onlar adına.
Daha sonra, bizim dalımız için yaşamsal önem taşıyan TRT Denetim Kurulu’na, yani Sansür’e karşı mücadele sırasında oluşan Hafif Müzik Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. Başkan, en sert eleştirileri bile kendine özgü yumuşak ve efendi tavrıyla yapabilen sevgili Erol Evgin’di. İlk çırpıda hatırlayabildiğim yönetim kurulu üyeleri, Attila Özdemiroğlu, Özdemir Erdoğan, Ertan Anapa, Baha Boduroğlu, Ömür Göksel… TRT’nin Denetim Kuruluna karşı yürüttüğümüz mücadele 1973-74 yılbaşı programlarını son anda ilan ettiğimiz boykotla bomboş bırakmamıza kadar varmıştı. Çok başarılı olmuştuk, tabii herkesin izlediği (Siyah-Beyaz tek kanal) yılbaşı programlarında neden hiç hafif müzik olmadığı tüm kamuoyunda tartışılacaktı, amacımız buydu, aynı şeyden şikayetçi olan TRT’deki yapımcı ve yönetmen arkadaşlarımızın da desteğini almıştık. Ne var ki tüm çabalar boşa gitti. 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 27 Aralık”ta hayatını kaybedince TRT de matem yayınlarına geçti, yaptıklarımız hiçbir işe yaramadı.
Hayır, hayır, gene de yaradı. En azından TRT camiası her şeyin tanığı olmuştu. Genel Müdürlüğe getirilen İsmail Cem ile görüşerek bir anlaşmaya vardık, onun verdiği söze dayanarak boykotu kaldırdık. Ama orada da durmadık. Yıllardır TV’da imrenerek izlediğimiz San Remo Müzik Yarışması benzeri bir yarışma önerdik, TRT canlı yayınlamayı üstlenince “Topluiğne Şarkı Yarışması” çıktı ortaya. Neden topluiğne? Çünkü Altın Ayı, Altın Portakal, Altın falan filan veremezdik ödül olarak, paramız pulumuz yoktu. Biz de ödül olarak Toplu İğne verebiliyorduk karınca kaderince. Ama en azından bir Esmeray kazandırdı müzik alemine bu minik Topluiğne. (Bu arada elinde kazaen bu yarışmanın videosu bulunan varsa, lütfen bir kopyasını alalım. TRT’deki 2 inçlik bantlar ünlü petrol krizi sırasında silinmiş, üstüne kayıt yapılmış, ne yazık.)
Ondan bir sonraki örgütlenme çabası, DEMAR (Demokratik Sanatçılar Topluluğu) oldu. Adından da anlaşılacağı gibi tüm müzik alanını kapsamasa da önemli bir girişimdi. Dönemin sosyal içerikli çalışmalar yapan sanatçılarını barındıran DEMAR, alışılmış yapının dışında, bir “Ortak sekreterliki” gibiydi, Her sanatçının işlerinde, o sanatçının ilke ve isteklerine göre hizmet veren bir ofisten ibaretti. Ama iki başka fonksiyonu daha vardı. Yılda bir kez, o yıl ile ilgili bir konuda her katılımcı yeni bir şarkısını veriyor, bunlar bir albüm halinde basılıyor, elde edilen gelir de DEMAR’ın devamını sağlıyordu. Dünya Çocuk Yılında hazırlanan ÇOCUKLARIMIZA adlı albümde Zülfü Livaneli’den Edip Akbayram’a, Melike Demirağ’dan Rahmi Saltuk’a, Sadık Gürbüz’e kadar 10 sanatçının birer yapıtı yer alıyordu. Ayrıca her ay bir gün sohbet etmek üzere toplanıyorduk. Ardından da bir başka meslek grubunun (Yazarlar Sendikası, Karikatürcüler Derrneği, TRT-DER gibi) yöneticilerini davet ettiğimiz yemeğe gidiyorduk hep birlikte. Buradan birçok ortak çalışma da çıkmıştı. Daha da ötesi, sonradan bir yangınla kül olan Tepebaşındaki Union Francais binasının küçük odalarını kiralamış olan birçok sivil toplum örgütüne de ortak sekreterlik hizmeti verecekti DEMAR, eğer Evren Paşa gelip her şeyin köküne kibrit suyu ekmeseydi.
1980 sonundan 1992’ye kadar her şeyi uzaktan izlemek zorunda kaldım. Evren Paşa beni, eski eşim Melike Demirağ’ı, Cem Karaca’yı ve Berlin’de yaşayan genç sinemacı Sema Poyraz’ı yurttaşlıktan attı. 1992’de Alman pasaportu ile yurda dönüp yurttaşlık hakkım geri verildiğinde gene mesleğime dönmeyi umuyordum. Ama biz yokken devasa bir sanayi haline gelen müzik pazarı ile uyuşamadık. O beni itti, ben onu.
1995 ve sonrasında, düşünce özgürlüğü ağırlıkta olmak üzere insan hakları mücadelesinde geçti yıllar. İşte Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle, Ağır Ceza, Asliye Ceza ve Genelkurmay Askeri Mahkemeleriyle, Polis merkezleriyle, Ankara Ulucanlar, İstanbul Ümraniye ve Kartal Özel Tip cezaevleriyle bu dönemde tanıştım.
Uzun yıllar sonra 2015 sonlarında eski arkadaşım ve ortağım Attila Özdemiroğlu birlikte eski ŞAT YAPIM’ı, ŞAT-2 adıyla tektar canlandırmaya karar verdik, üretemeye de başladık ama ne yazık ki onun ömrü yetmedi. Geçen yılın Nisan ayında onu toprağa verdik, yeniden kaldım ucundan tekrar yapışmaya uğraştığım teknolojik gelişmelerin –beni yeniden acemi bir öğrenci durumuna düşüren– bilmeceleriyle baş başa. Ama onu yeneceğim, tekrar müziğe döneceğim, kararlıyım.
Son olarak, “Sanatçı’nın sorumluluğu konusunda da bir çift sözüm var.
Çok duymuşuzdur,” Yazar, sanatçı, muhalif bir kişidir” sözünü. Bu söz çok kişiyi tedirgin de edebilir. “Ne yani, yazar, sanatçı, hiçbir şeyi beğenmeyen, her şeye bir kulp takan aksi biri olmak zorunda mı? diye düşünülür çoğu kez. Tabii ki hayır. Ancak yazarların, sanatçıların “Muhalif” olduğu gene de gerçektir. Çünkü sanatçı –kendi aksini düşünse ve iddia etse bile- yaşadığı dünyayı ve toplumu daha iyi bir hale getirmeye çalışan insandır. Bunun için ille de Goya gibi, Picasso gibi, Nazım gibi, Ritsos gibi, Paul Robeson gibi, Pete Seeger gibi sosyal adaletsizlikleri, zulmü doğrudan anlatması da şart değildir. Yaşadığı çağı, yaşadığı dünyayı ve toplumu sanatına yansıtırken farkında bile olmadan o dünyanın ve toplumun fotoğrafını çekmektedir. Bunun gerçekçi bir fotoğraf olması yeter de artar, haksızlıkların, adaletsizliklerin izdüşümünü tarihe not düşmeye. Gencebay politik bir sanatçı mı? Hayır böyle bir iddiası yok. Ama hatırlayın şarkılarının sözlerini. Köylerden şehirlere yoğun göçlerin yaşandığı bir dönemde sosyal adaletsizliğin hüküm sürdüğü toplumsal kesimlerin yaşamını anlatmıyor mu, bir çıkış yolu önermese de?
Şarkıya, Türküye kurşun işlemiyor.
Şili diktatörü Pinochet’nin askerleri, Victor Jara’yı öldürmeden önce gitar çalan parmaklarını kırdılar. Bu barbarlardan birinin bile adını bilmiyoruz bugün. Ama Victor Jara’nın adı da şarkıları da kuşaktan kuşağa yaşamını sürdürüyor, sevgili Ruhi Su’nun davudi sesi de öyle değil mi?
Sevgi ve saygılarımla,
Şanar Yurdatapan, 27.12.2017
POP MÜZİK, ÖRGÜTLENME VE SANATÇI ÜSTÜNE…
28