Attila Özdemiroğlu’yla 60’larda tanıştık. O dönemde, -şimdi adına “pop müzik” denilen- müzik türü Türkiye’de atılım yapmıştı. Ankara’da, İstanbul’da yeni gruplar kuruluyordu. İlk yola çıkan İstanbul’da Deniz Harp Okulu’nun orkestrasıydı. Hemen ardından Erkin Koray geldi. Biz de Fen Fakültesinde Kuyruklu Yıldızlar’ı kurmuştuk. Ankara’da Jüpiterler, Süveterler vardı. O zamanlar batıda yapılanları taklit ediyorduk, ne kadar iyi taklit edersek, insanlar “Aaa imkansız, bu yerli olamaz” derse kendimizi o kadar başarılı sayıyorduk. Yaptığımız şey taklitti ama öğrenmek öyle başlıyor, iyi taklit ederek.
1971’de yollarımız tekrar kesişti. Atttila, Şerif Yüzbaşıoğlu orkestrasıyla Ankara Playboy klüpte çalıyordu. Ben de kendi orkestramla aynı klüpte –en erken ve en geç saatlerde- çalışıyordum. Attila, merkezi İstanbul’da olan ve müzik sanayinin (o zaman ne kadar sanayi denebilirse) içindeydi. Şu an güldüğümüz teknolojiyle yapılan kayıtlarda Attila hep vardı. 1960’ların başlarında belli başlı gece kulüplerinde, İstanbul Moda Kulübü’nde, Ankara Süreyya’da falan hep yabancı orkestralar çalışırdı. Durul Gence yerli bir orkestra kurarak bu durumu değiştirdi. Attila, 5 kişilik bu orkestranın temel direğiydi. Tabii, grupta ne kadar az kişi varsa, ellerie o kadar fazla para geçerdi. Grup kalabalıksa geliriniz düşerdi. 1971 sonlarında kurulan Büyük İstanbul Gelişim Orkestrası da bu anlayışı karşı çıktı. Orkestranın temelinde beş altı kişi, Garo Mafyan, Selçuk Başar, Uğur Başar, Asım Ekren ve Atilla vardı ama bunun yanında yaylılar, nefesliler grubu, solistler… Yani koca bir orkestraydı.
O sırada Attila ile dostluğumuz da çok ilerlemişti. Attila beni de gruba katmak istiyordu. Ben de Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gitmek istiyordum ama orkestrada bana yer yoktu. Bas gitar çalıyordum; Selçuk Başar’ın kardeşi Uğur benden daha iyi çalıyordu. Yalnız, büyük orkestralar için orkestrasyonlar yazmak çok meşakkatli bir işt; Selçuk Başar’la Attila buna yetişemiyorlardı. “Bizim bir üçüncü aranjöre ihtiyacımız var” dediler. İşte ben o üçüncü oldum. Böylece bir müzisyen için kısır bir yer olan Ankara çölünden İstanbul boğazına atladım.
Bir gün Atilla’yla konuştuk. İkimiz de evli barklıyız, çoluğumuz çocuğumuz var. Millet gidiyor yatağına yatıyor, bizim hayatımız başlıyor, biz geliyoruz yatağımıza yatıyoruz çoluğumuzun çocuğumuzun hayatı başlıyor; iş mi bu? Biz bu işi gündüz müzisyenliğine nasıl dönüştürürüz? Dedik ki, bir yapım firması kuralım ve müzik isteyen herkese hizmet verelim. Film müziği mi istiyorlar, tamam yaparız, reklam müziği mi, onu da yaparız. O zamanlar bunu yapan yoktu Türkiye’de ve bu büyük bir riskti.
O sırada İstanbul Gelişim dağılıyordu. Onun bir parçasından küçük bir orkestra kuralım dedik ve Dün Bugün Yarın kuruldu. Geçiş aşamasında orada çalıştık. Çalışırken de ilk prodüksiyonlarımızı yaptık. Sonra ben riske girdim, gündüze geçtim. Attila’nın sahnede devam etmesi daha makuldü, çünkü on parmağında on marifet vardı. Flüt, trombon, vibrafon, keman, ne bulursa çalıyordu. İstanbul’da, Galatasaray’da tek odalı minik bir yer tuttuk ve müzik prodüksiyon firmamızı, Şat Yapım’ı kurduk. Şat Yapım 1972’den 1980’in ortalarına kadar bir müzik fabrikası gibi çalıştı. Bir sürü şarkıcı, bir sürü beste çıktı oradan.
Füsun Önal’ın söylediği Senden Başka şarkısı, ardından Arda Kardeş (Oy anam oy), Nilüfer (Dünya Dönüyor), Esmeray (Unutama beni), Cici Kızlar (Delisin), Melike Demirağ (Arkadaş)… … ve bir gün İzmirli bir genç kız telefonla arayıp “Sesime güveniyorum, sizinle çalışmak istiyorum” demiş Atilla’ya. Ben de İzmir’e gidecektim o sıra, Atilla da “Git bak bakalım, orada yetenekli biri varmış” dedi. Sezen Aksu’yla öyle tanıştık. Müzisyenlerin firmalarıyla da çalışıyorduk. Ali Kocatepe’nin 1 Numara Plakçılık diye bir firması vardı. Aranjmanları biz hazırlıyorduk. O kuşak gerçekten birbiriyle dayanışma içindeydi. Elbette arada itişip kakışmalar da olmuyordu diyemem ama dozundaydı her şey. O yılların bugün hasretle anılmasında, o dönemin şarkılarının tekrar tekrar çalınmasında, hala dinlenmesinde bu ortamında büyük payı vardı.
Bugün bile, o dönemdeki şarkılarımız şarkılar sayesinde –telif gelirleriyle- sürdürüyorum hayatımı. Kapitalistlere artık kızmıyorum, Çok güzelmiş, hiç bir iş yapmadan para kazanmak…
Toplu İğne Beste yarışması da gene o dönemin bir ilk’iydi. Siyah-beyaz TV ekranından San Remo yarışmasını seyrediyorduk ve “Yahu niye biz yapmıyoruz böyle şeyler?” diye çatlıyorduk. Ama büyük bir derdimiz vardı: TRT’nin denetim kurulu. Müzik dairesi diye bir daire vardı. Müzik için daire kurmak nedir ya? Resim dairesi, müzik dairesi, şiir dairesi, böyle şey olur mu? Ama oldu.
O zamanlar devlet kademesinde bu işi yönlendiren iki grup vardı. Birinci grup klasik müzikçilerdi. Atatürk’ün kararıyla çok sesli müziğe geçilsin diye alaturkayı yasaklayan bir dönemden geçilmişti. Modern müziği terk edip armonik müziğe geçmek batılılaşmanın bir ölçüsü gibi sunuldu. Olur mu böyle bir şey? Olmuş işte. Gene de bu süreçte çok önemli besteciler yetişmiş, onların değerlerini inkar edemeyiz. İkinci grupta ise devlete akredite olmuş halk müziği uzmanları vardı. Sözlü olarak kuşaktan kuşağa geçen türkülerin derlenmesi ve resmi bir repertuar oluşturmak için uzmanlar Anadolu’yu tarayıp derlemeler yaptılar. Muzaffer Sarısözen bu çalışmalar sonunda “Yurttan Sesler Korosu”nu oluşturan en önemli isim.
Ama bir terslik vardı bu işte. Yurttan Sesler’de her şey sadece bağlamayla çalınıyor! Anadolu’nun dört köşesinde çok farklı kültürler ve bunları her birinin farklı müzikleri var. Farklı makamlar, ritmler, enstrümanlarla farklı aksanlarda hatta farklı dillerde okunan geleneksel türküler… Oysa derlenen müziklerin kökeni ve dili ne olursa olsun, hepsi dek dile ve tek tavra indirgeniyor. Kürtçe, Ermenice, Rumca, Lazca filan olmayacak, çünkü tek millet, tek devlet, tek dil, tek kültür. Dayatılan mantık bu. İşte bizim karşımıza çıkan bu iki gruptu ve devlet içerisinde, bu konularda söz edebilecek olanların hepsi buralardaydı.
Bizim kuşağımız ise onlara çok ters düşen bir kuşaktı. Onlara göre biz “Daha dün gitarı eline alıp ortaya çıkan veletler”dik. Bu veletler arasnda en kızdıklarından biriydi Barış Manço. (Sonra TRT’nin sevgilisi oldu) Önümüze gerilen duvar ise “Denetim Kurulu”idi, tam bir sansür kurulu. Buna karşı çıkmakla başladık işe…
Denetimin ilk hedefi, bizden çok, büyük kitlelerin ihtiyacından doğan yeni bir tür “Arabesk” idi. Kendini halkımızın kulak eğitiminden sorumlu hisseden TRT Müzik Dairesi Arabesk’i tümden yasaklamıştı. Yasaklandı da ne oldu? Şimdi Orhan Gencebay son derece saygı duyulan biri. Arabeskin müzik normlarına karşı çıkıyordu onlar. Oradaki teslim oluş, kadere boyun eğiş benim de hoşuma gitmez. Ama bu bir sosyal gerçeklik. Karşı çıkmanın ne anlamı var? Müziğin normları, ritimleri, modları, renkleri bir müzisyenin elindeki olanaklardır. Bir ressam için renkler, tuval, fırçalar, boyalar neyse bizim için de odur. “Şu renk yasaktır, bu fırçayı bir daha kullanmayacaksın” denebilir mi, böyle saçma şey olur mu ya?
Nazım Hikmet serbest vezin yazıyor ama Kurtuluş Savaşı Destanı’ndaki bazı dizeler tam bir aruz vezni. “Erzurum’da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar…” Buyurun: Failatü failatü failatü feulün. Aruz vezni giriyor. Bunları hepsini kullanabilirsin. “Serbest vezin en doğrusudur, aruz yasaktır, hece yasak” denilebilir mi, olmaz böyle şey.
Attila’yı sadece müzisyenliğiyle anmak, onun sosyal eylemci yönünü unutmak olur, ona ayıp olur en azından. Dört bakanın çocuklarının karıştığı iddia edilen yolsuzluk olaylarıyla ilgili, zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasındaki telefon konuşması medyaya yansıdığında Erdoğan bu bandın montaj olduğunu iddia etmişti. Benim bile hemen anladığım gerçek, bunun montaj filan olmadığı, bu işi bilenler için çok net. Ama Ati üşenmedi, ABD’deki çok saygın kurumlara yolladı, raporlar aldı ve bunu TV programlarında açıkladı. Sonuç: Ati tutuklanmadı, dava da açılmadı (Açılsa daha beter rezil olacaklar) ama onun gelir kaynaklarını kısıtlamak için yoğun bir çalışma başlatıldı. Devlet Tiyatrosunda 5 yıldır kapalı gişe oynayan “Fosforlu Cevriye” oyunu kaldırıldı. (Bu oyunun müziklerinde telif hakkı geliri vardı.)
Ati ile “yeniden başlamak” fikri de bu ortamda doğdu. Tekrar birlikte çalışmak ve üretmek üzere ŞAT-2 ‘yi ilan ettik. İlk çalışma olarak da TAŞ ”Topluma Adanmış Şarkılar” çalışmasıyla başladık. “Her ay yeni bir şarkıyı topluma armağan etmek” diye özetleyebiliriz. Herkes bu şarkıyı, hiçbir bedel ödemeksizin kullanabilecek. (Reklam hariç). Sonra bu iş bir TV programına da bağlandı. CNN’de yayınlanan “Burada Laf Çok” programında, ayda bir bu şarkıyı söyleyen yetenekler yarışacak ve birinciler ödüllendirilecekti. İlk programa Sezen ve Melike katıldı, çok güzel bir başlangıç oldu. Ama hemen sonrasında Ati, “Akciğer Kanseri” teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Kemoterapi, Radyoterapi… İkinci programa zar zor katıldı, ama keman çalamadı parmakları. Üçüncüye ise katılamadı, ŞAT-2 askıda kaldı. Başarabilirsem, yarım kalan bu işi –ve onun anısını- tek başıma sürdürmeye çalışacağım.
Tatlı bitirelim. Almanya’da, sürgünde olduğum yıllarda, mesleğimden kopmamak için, teknolojik gelişmeleri kaçırmamaya özen gösteriyordum. Frankfurt’taki müzik fuarı ise kaçırmamak gereken en önemli buluşmaydı. Bir seferinde, bir firmanın reyonunu gezerken milliyetimi sordular. “Türküm” dedim. “Aa, bizim İstanbul’da bir müşterimiz var” dediler. “Attila Özdemiroğlu mu?” dedim, “Nerden bildiniz?” diye şaştılar. Ben hiç şaşmadım. Teknolojiyi en yakından izleyen başka kim olabilirdi ki?
Bir sonraki yıl fuara, artık genç bir adam olan ve müzik yapmaya hevesli oğlum Arda (Arda Kardeş) ile birlikte gittik. Ona bu olayı anlattım ve “Artık her an, her koridorda Attila aniden karşıma çıkacakmış gibi heyecanlanıyorum” dedim. Dememe kalmadı, bu hayal gerçek oldu, Ati ile burun buruna geldik. Tabii ne fuar kaldı, ne müzik… Hasret her şeyi yendi.
PULBİBER dergisine röportaj
15.05.2016
18